17 Kasım 2011 Perşembe

Cıgaramın Dumanı

Eskiler rivayet ederler ki; tabaka ve kahve sözleri ile Tanrı’nın güzel isimlerinden olan “Kavî” sözü, ebced hesabıyla 110 olduğundan dolayı her ikisinin de dünyadan kaldırılması mümkün olmazmış...

Kahveyi bilemeyiz ama tütünün zararlarının bilinmesine ve hakkındaki tüm olumsuz görüşlere rağmen yeryüzünden kolay kolay kalkmayacağı anlaşılıyor.

Herkes bilir ama biz de yineleyelim: Tütün ilk kez Amerika’dan Avrupa’ya ve dünyaya yayılmış; hem de öylesine bir yayılma ki üretimine, satışına ve dağıtımına getirilen kısıtlamalar ve yasaklara rağmen, bırakan yeryüzünden tamamen silinmesini, tiryakileri gitgide artmış, kullanım yaşı ise iyiden iyiye düşmüş.

Tütün, günümüz insanının gündemine daha çok zararları ile girerken, eskileri ilgilendiren yegane tarafı, doyumsuz keyfi ile bu keyfi tatmanın verdiği kimi mali külfetlerdi. “Tömbeki”, “duhan” veya “can otu” diye adlandırılan tütünün Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir çok kez yasaklandığı ve üzerine aşırı vergiler konulduğu bilinmektedir. Bu vergiler zaman zaman tiryakilerin kesesini öylesine etkilemişti ki, Derenâme, Berbernâme ve Zafernâme gibi eserleriyle tanınan XVII. Yüzyıl şairlerinden Abdülkerim Sâbit,

Ağır bahâlara çıksa aceb mi can otudur

Duhânı zâhid-i har sanmasın yaban otudur

dizesini yazmadan kendini alamamıştı.

Çankırılı Ahmet Talat Onay’ın muhteşem eseri Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar’ın “Tütün” maddesinden anlaşılıyor ki, tütüne konan vergiler ile fiilî yasaklamalar, dînen haram olduğu konusundaki fetvalarla eş zamanlı olarak tiryakilerin üzerinde binmiştir. Öyle ki, ünlü vakanüvis Naima bile

Halkı men’ eylemeden sana ne girer ne çıkar

Vâizâ yoksa duhân ile kıyâmet mi kopar

diye yazarak “ulema ve sofiyeye” verdikleri fetvalardan dolayı duyduğu tepkiyi dile getirmişti. Onay’a göre bu cesurca tepkinin arkasında tütünün “mübah” olduğuna dair bazı fetvaların olmasının da payı vardır.

Osmanlı döneminde tiryakilerin rağbet ettiği tütünler -bugün Yunanistan sınırları içinde kalan- Yenice, İskeçe ve Kavala’da üretilirdi. İkinci sırada ise Samsun ve Bafra yöresi tütünleri vardı. Hendek ve Düzce’de civarında yetiştirilen tütünlerin de tiryakisi çoktu. Ancak tüm imparatorlukta yalnızca bu tütünler içilmiyordu. Örneğin Trabzon’un “Bülbül kasap” tütünü, Cebel-i Lübnan’ın -içildiğinde içinde barut varmış gibi “pısır pısır” yanan- tütünü ile değişik yörelerde ziraatı yapılan muhtelif tütünler tiryakileri tarafından ısrarla aranır ve keyifle tüketilirdi. Bu arada gureba ve fukara müptelanın içmek zorunda kaldığı tozlu ve döküntü “sakal döken” tütünlere de rağbetin bir hayli olduğunu unutmayalım!

Eski dönemlerde tütün kullanımı devletin yasaklamalarıyla, çoğu zaman ise dini fetvalarla men edilirken, XIX. yüzyılın sonlarına doğru -ekonomik getirisinden olsa gerek- tütün ekimini teşvik edici uygulamalar geliştirilmiştir. Söz konusu dönemde yayımlanmış vilâyet sâlnâmeleri (il yıllıkları) incelendiğinde bazı bölgelerde devletin teşvik amaçlı ücretsiz tütün fidanı dağıttığı görülmektedir. Örneğin 1871 yılında Çankırı’ya bağlı Çerkeş kazasının Bayındır ve Ovacık nahiyelerindeki köylülere toplam 264.500 adet tütün fidanı dağıtılmış, bu uygulama birkaç yıl daha devam ettirilmiştir.

Bir taraftan İmparatorluk topraklarında izne tabi tütün ekimi teşvik edilirken, diğer taraftan da kaçak tütünle mücadele olanca hızıyla devam ediyordu. Dönemin tütün kaçakçıları, yani Kemal Tahir’in Yediçınar Yaylası’ndaki “Ayıngacılar” eli silahlı eşkıyalarla bir tutuluyor ve Dâhiliye Nezâreti’nden vali ve mutasarrıflara gönderilen 17 Mayıs 317 [30 Mayıs 1901] tarihli ve 53 numaralı yazıyla “(tütün) kaçakçılarının müsellahan [silahlı olarak] geşt ü güzârları [gezip tozmaları] câiz olmadığından tahrîrlerinde bulunacak reji kolcularına münasip miktar efrat ile jandarma tefrîk...” edilmesi isteniyordu.

Devletin tütün konusundaki baş belası yalnızca kaçakçılar değildi elbette... Yabancı tütün şirketlerinin satışı arttırmak ve ürünlerine “oriental” hava vermek için kullandıkları bazı simgeler ve resimler imparatorluğun başkentini rahatsız ediyor -özellikle- İslam dininin kutsal saydığı şeylerin bu şekilde “sigara tabakalarına vaz’” edilerek ticari metaya dönüştürülmesine kesinlikle izin verilmiyordu. Nitekim yine Dahiliye Nezâreti’nden gönderilen 10 Mart 317 [23 Mart 1901] tarihli bir yazıda da “Emâkin-i mukaddese [kutsal yerlerin] resmini hâvî sigara tabakalarının eyâdî-i nâs’da [insanların ellerinde] tedâvülü [elden ele dolaşması] adem-i hürmeti [hürmetsizliğe] muceb [sebep] olduğundan bu misillü kutuların üzerindeki camî-i şerîf resminin hakkolunduktan [kazındıktan] sonra sahiplerine iade” edilmesi isteniyordu

Devlet tarafından kanuni vergileri alınıp bandrol konularak piyasaya sürülmesine izin verilen ve saat, anahtar gibi “alamet-i farika”ları olan tütünler ise satışı arttırmak ve rekabet edebilmek amacıyla ikramiyeli paketler içinde ve 25 dirhemi 30-60 paradan satılıyordu. Bir diğer Çankırılı olan Hacı Şeyh oğlu Ahmet Kemal, ahbabı olan Halil Efendinin başından geçen bir olayı, kendi ağzından Görüp İşittiklerim kitabında şöyle anlatır:

Bir gün tütüncüye gittim. Her günkü gibi on para ile tütün kesemi uzattım. Tütüncü “Halil Efendi bugünden itibaren bandrol kondu, paket içinde satılacak, paketi 30 para ama, ikramiyesi var. Belki bedava içersin” dedi. Ben de hiddetlendim; “görmeden alınan tütün nasıl içilir?” dedim. Tütüncü; “istersen beş para daha ver, paketi kesip yarısını vereyim” deyince 12,5 dirhem tütünü 0,375 santime almak nefsime çok ağır geldi. Bunun üzerine öfkemden otuz senedir geceli gündüzlü içtiğim tütünü, o anda terk ettim.

O dönemlerde müptelası tütünü görmeden almayı pek istemezmiş. Bu yüzdendir ki esnaf tütünü “bohça bohça yayar ve Amasya bamyası asar gibi kepenklere asarmış”-ki tiryaki kalın kıyım, iri kıyım, civan perçemi, ovalama ya da kasap kıyımı mı alacak, rahatça karar verebilsin...

***

Osmanlı’da tütün, tiryaki olmanın gereğine uygun ve ona yakışır bir şekilde, “adabı ve erkânıyla” tüketilirken, Cumhuriyet’le birlikte birdenbire tüketiminin yanı sıra bir imaj tamamlayıcısı ve medyatik bir olgu haline geliverdi. Elbette olayın ideolojik boyutu da vardı. Yurda kaçak giren tütünün yasaklanması, bir takım cezai müeyyidelerin konulmasına paralel olarak “yerli malı” kullanma telkini, zararları -en azından sakıncaları- biliniyor olmasına rağmen devam ettirildi. Anadolu tütününün nefaseti ile bu tütünlerden imal edilmiş tok içimli “İnhisar İdaresi”nin sigaraları ilmi makalelere bile konu olurken, “Bogart gibi” sigara içmek kişilik belirtisi sayılıyor, dumanı çıkarmadan ve sigarayı elde tutuş biçimlerinden karakter tahlili yapılıyordu.

Çankırılı “münevver” bir bayan olan Suzan Hanımefendi de, bu akıma duyarsız kalamazdı. Kalmadı da; Çankırı’da yayımlanan Çankırı gazetesinin 19 ve 28 Şubat 1929 tarihli nüshalarında yayımlanan “Sigara ve İnsanlar, Tiryakinin Felsefesi” isimli bir yazı kaleme aldı. Suzan Hanım yazısında Türk tütününün nefasetinden, İnhisar İdaresi’nin içimi keyifli sigaralarından bahsediyor ve sigara dumanından karakter tahlil yapıyordu. Ona göre “Biz Türkiye tütün tiryakileri cihan tiryakilerinin celp edecek kadar talihliyiz. Çünkü dünyanın en güzel tütünlerini inhisar idaremizin zevki selim sahibi memurlarımız harman ederek boy boy ayırmış ve cins cins sigaralar imal ile enfesi nefaisden, zarif kaplar içerisinde tiryakilerin enzarı iştihalarına vaz eylemiştir.”

Yine Suzan Hanımefendiye göre “cigaranın küllerini uzun müddet tutmak tembellik” olup, “kaçak tütün içmek hamiyetsizliğe, şuursuzluğa, düşüncesizliğe delalettir.”

Hanımefendinin yazısını kaleme aldığı yıllar, genç cumhuriyet devletinin kaçak tütünle yoğun şekilde mücadele ettiği yıllardır. Kaçakçılık, bir taraftan jandarma marifetiyle engellenmeye çalışılırken, diğer taraftan ‘muhbirlik’ müessesesi devreye sokuluyor, bu şekilde yakalanan kaçakçılar mahkemelere sevk edilirken muhbir vatandaşlar da ele geçirilen tütünlerin parasından bir miktar pay alıyorlardı. Ne var ki mahkemelerin yeterince hızlı çalışıp bu tür davaları hemen sonuçlandıramaması hem devleti zarara sokuyor, hem de “vatandaşlık görevini” yapan muhbirler hak ettikleri parayı zamanında alamıyorlardı. Öyle ki dönemin Maliye Vekâleti, Adliye Vekâleti’ne bir yazı yazarak “... el-yevm der-dest bulunan tütün ve sigara kağıdı kaçakçılığına müteallik dava miktarı 9.304 adedine bâlig olduğu ve işbu davalardan mütevellid cezâ-yı nakdî miktarı da 5.757.488 lira 37 kuruştan ibaret bulunduğu”ndan davaların kısa zamanda sonuçlandırılarak gerekli paranın “eshâb-ı alâkanın (yani muhbirlerin) tezyîd-i şevk ve gayretleri” için bir an önce ödenmesi isteniyordu.

1939 yılına geldiğimizde, toplumun elit kesiminin sigaranın ve tütünün yerlisini içmenin arka planında yatan “millilik” hislerinden biraz da olsa uzaklaştığını, hangi tütünün içilmesinden daha çok nerede ve nasıl tütün içilmesi gerektiği konusuna kafa yorduğunu görüyoruz.

Dönemin çok satılan kitaplarından olan ve Bayan Süheylâ Muzaffer’in kaleme aldığı Subay-Asker-Memur- Mektepli ve Umumiyetle Herkes İçin Adabı Muaşeret kitabının, “Salonlarda Umumî Adab” bölümündeki 41 temel düsturun büyük çoğunluğunun sigaraya ayrılması, belki de bu yüzdendir. Süheylâ Hanıma göre sigara, sigara ile yakılmamalı kibrit ile yakılmalıdır. Hatta “birinin sigarasını yaktıktan sonra diğerinin sigarasını bir başka kibritle yakmak yüksek nezaket icabı telakki olunur.” Fakat “bugünkü iktisadi vaziyete göre erkeklerin ikisinin sigarasını yakmak caizdir.” Sonra sigaranın tütününü toplamak, yani filtresiz sigaralarda tütünün boşalmasını önlemek amacıyla “pakete veya yere” vurmak -ki bu yöntem dönemin western filmlerindeki jön ve karakter oyuncularının yaygın olarak uyguladığı bir yöntemdir- nezaket ve görgü kurallarına aykırıdır. Ne var ki bu son kuralın genç sigara tiryakilerimize bir hayli ters gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

1950’li yıllara geldiğimizde tabaka içindeki tütünün yerini iyiden iyiye sigaranın aldığını görürüz. Artık sigara, bu dönemde de sadece tiryakilik değil, kişiliğini tamamlayıcı bir obje veya bir aksesuar olarak algılanmış ve reklâmlarında da böyle lanse edilmiştir. Öyle ki, filmlerdeki jönlerden gazetelerde resmi çıkan gazetecilere, kitaplarının arka kapağına suretleri konan şairlere ve yeni yetme yazarlara varıncaya hemen herkes sigara tiryakisi olmuş (ya da öyle görünmek istemiş), en azından onu imajını tamamlayıcı bir nesne olarak değerlendirmiştir.

Sigara bireylerin hayatına bu derecede girer de kamusal yaşamın süslü vitrinlerinde, yani “matbuatında” yer almaz mı?.. Dönemin bol renkli, resimli “aile” dergilerini incelediğimizde yazanların ve yapanların isimlerini bilmediğimiz sayısız “sigara ve karakter” tahlili görürüz. Bu tür dergilerin neredeyse boş kalan her sayfasında ya da sütununda -şayet “gönül bahisleri”, “yeni şairler” veya “okuyucu mektupları”ndan yer kalmışsa- bir sigaralı karakter tahlili görmek mümkündür.

Tömbeki, duhan, can otu, tütün ya da sigara... Asırlardan beri müptelası tarafından çeşitli isimlerle anılan, şairlere ve yazarlara ilham kaynağı olan tütün ve tiryakiliği üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılsa azdır. Biz, en iyisi yazımızı yine Çankırılı bir âşığın, Âşık Zahmî’nin dörtlüğüyle tamamlayalım.

Duhân, işret, kahve bilmeyen âdem

Aşkın ateşini çekmeyen âdem

Kulak uzatırsa kaçan bir âdem

Ondan yakışıklı bir himâr olmaz

Bilmeyenler ve anımsamayanlar için bir kaç küçük not; “duhân” tütün, “himâr” erkek eşek demektir. “Yasal Uyarı” gereğince de “Sigara Sağlığa Zararlıdır”.