17 Mart 2009 Salı

Ah Ankara... (1)


XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ankara’ya gelen tiyatro kumpanyaları, daha oyunlarını sergilemeden büyük bir şaşkınlığa uğruyorlardı. Anadolu bozkırının ortasındaki bu şehrin insanlarının tiyatroya ilgisi İstanbul’dan da öte, tıpkı Avrupa şehirlerindeki sanatseverlerin ilgisi gibiydi… Yalnızca tiyatro mu? 1917 büyük yangınını anlatan Refik Halit Karay, yanmak üzere olan evlerden yüz elli tane piyano çıkarıldığını saydığını, bundan sonra da saymaktan usandığını yazar…

Ankara, Milli Mücadeleye karargâhlık yaptığı onurlu günlerinden sonra başkent olunca, İstanbullu bir takım köşe yazarları Ankara’yı “yaban”, Ankaralıları da “yabanlı” diye nitelendirseler de, bu kente geldiklerinde yazdıklarının fazlasıyla insafsızlık olduğunu anlamışlardı. Çünkü yeniden yapılanan Ankara sadece imar çalışmalarıyla değil, kültürel ve sanatsal etkinlikleriyle de göz dolduruyordu. Sinemalar hiç seyirci sıkıntısı çekmiyor, özellikle Halkevi’nde yapılan konferanslar ve konserler deyim yerindeyse hıncahınç dolup taşıyordu. Öyle ki Halkevi’ndeki temsil, tiyatro ve sinema gösterilerine bir yılda 11.000 Ankaralı katılmış, halkevinin köycülük kolu ise köyleri gezerek kitaplar dağıtmış, okul ihtiyaçlarını karşılamış ve sinema gösterileri düzenlemiştir. (Belirtmeden geçemeyeceğiz; Ankara’nın ve Ankaralıların kültür ve sanata olan aşinalıkları Cumhuriyet öncesine dayansa da, bugün bile birçok ünlü tiyatro ve sahne sanatçısının bu kent çıkışlı olmasının asıl nedenini işte burada aramak doğru olacaktır!)

1930’lu yıllarda Sanatkâr Şâdi, halkevinde bir temsil vermek üzere Ankara’ya geldiği vakit, gördüğü ilgi karşısında hayretini saklayamaz ve “Ankara’da müstakil bir sahnenin yaşayıp yaşamayacağı hakkındaki tereddütleri ben yersiz bulurum. Bu bahis üzerinde katî kanaatimi size şu şekilde söyleyebilirim ki, benim Ankara’da gördüğüm sahne sevgisi, temaşa zevk ve arzusu İstanbul’un çok üstündedir” diyerek Ankaralıları gururlandırmıştır. Bu arada Şâdi’nin arzusunun Vali Nevzat Tandoğan zamanında gerçekleştiğini de sırası gelmişken belirtelim.

Açılışlarını devlet büyüklerinin yaptığı muhteşem resim ve heykel sergileri, önemli günlerde, örneğin dil ve âşıklar bayramında, milli bayramlarda yapılan etkinlikler, şiir okuma geceleri, kısaca Ankara’ya yakışan ve yaraşan birçok kültürel etkinlik, artık Ankaralılar için yaşamlarının bir parçasıydı. Öyle ki, her türlü kültür ve sanat etkinliğine katılan Ankaralılar adeta birbirlerini tanır ve ahbaplık eder hale gelmişlerdi. Örneğin “ musiki severlerin” neredeyse tamamını her hafta cumartesi günleri konserler veren Filarmoni Orkestrası’nın salonunda eksiksiz görebilirdiniz.

Ankaralı kültürü severdi; müzik, sanat, edebiyat onun yaşamının adeta bir parçasıydı. İstanbul’un revülerine, “içkili, sazlı, rakslı gazinolarına” Beyoğlu gecelerine karşın o, daha farklı bir duruş içerisindeydi. Gazeteci İzzettin Tuğrul Nişbay bir yazısında bu duruşu ne de güzel ifade etmişti:

“-E! Ne dersin İstanbul yolcusu?..
Sinemaya mı gidelim, konsere mi? Karpiç’te mi yiyelim yoksa Gar’da mı?
Burada içkili- sazlı yerimiz yok ki seni götüreyim. Böyle dört beş eğlence yerini aynı zamanda besleyen Başşehirde uzun zamandır bir tekine ilaç için rastlanmıyor. Tabii bunu Ankaralıların eğlenmek ihtiyacında olmamasına, zevksizliğine veya bu kabil yerlerde harcanacak kadar parası bulunmamasına vermezsin. Başşehir şimdi kıymete kıymet veriyor, içip, sızıp eğlenmek mümkün olacak devirde olmadığımızı düşünüyor. Devlet Konservatuarının müsamerelerinde, operada, devlet radyosunun Türk musikisi konserlerinde, konferanslarda, Halkevi gecelerinde, çeşitli sporda değere değer biçiyoruz…


Zamanla nasıl ki Ankara hem cumhuriyetin, hem de kültür ve sanatın başkenti olduysa Yenişehir ve Çankaya da sanatçıların, sanatseverlerin yaşadığı bir ilçe haline gelmişti. Örneğin sanatçı çift Fahire ve Refik Fersan, Yenişehir’de, mütevazı bir apartmanda dört çocuklarıyla birlikte yaşıyorlar, Çankayalılar gündüz onların radyoda icra ettikleri doyumsuz eserlerini dinledikten sonra akşamüstleri de evlerinin balkonunda sohbet ederlerken görüyor ve mutlaka sevgi dolu selamlarını sunuyorlardı. Bir diğer sanat adamı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şeflerinden Ferit Alnar’ın evi -daha doğrusu köşkü- ise “Ayrancı Bağları”nda idi. Türk musikisinin büyük üstatlarından Tamburi Cemil Beyin oğlu sanatçı Mesut Cemil Tel de bir dönem Çankaya’da oturmuş ve Atatürk Ankara’sının, Çankaya’sının kültürüyle yoğrulmuştu. Yenişehir’deki su deposunun (yani Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin) yakınında oturan sanatçının iki özelliği hayvan sever olması ve evinin bir sanat yuvası gibi sürekli dolup boşalmasıydı. Yenişehir’deki evinde birden fazla kedi besleyen Mesut Cemil, adeta onlara bir baba şefkatiyle yaklaşır, çoğu kez kendi kahvaltı etmeden onları yedirirdi. Evinde yapılan kültür ve sanat sohbetlerinin sürekli müdavimleri arasında ise Baki Süha Ediboğlu, Necil Kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin gibi birçok isimler vardı.

İnsan, Ankara’nın kültür ve sanat alanındaki bu küçük tarihçesini öğrenince “Ankara Marşı”ndaki şu dizeyi mırıldanmadan duramıyor:

“Yoktan var edilmiş bir şehir sensin,
Var olsun toprağın taşın Ankara.”

19 Şubat 2009 Perşembe

Sayıklamalar (1)


Son günlerde ahmaklar ilgi alanıma girmeye başladı. Özellikle ahmaklığın toplumsallaşması tam bir sosyolojik vakıa gibi görünüyor.

Ahmaklığın, dini, mezhebi, milliyeti olmadığı kesin; bu noktada kimse söz konusu ölçütlere dayanan fıkralar üretmeye kalkışmasın çünkü bu sefer fıkra üretenler komik oluyorlar!

Tuhaftır Molla Cami ahmaklığı çocuklarla muhatap olma ile kadın düşkünlüğü olarak tanımlıyor. Belki ünlü eseri Baharistan’ı yazdığı dönemin sosyal şartları göz önüne alındığında “akıllı adam kendisi gibi büyük ve akıllı adamlarla konuşur” yani “çocuklarla konuşanlar, fikir alışverişinde bulunanlar sadece ahmaklardır” şeklinde yorumlanabilir ama yine de tam olarak tatmin edici değil. Diğer taraftan “kadın düşkünü” olmanın ahmaklıkla açıklanması –yine dönemi ve onun sosyal şartlarını göz önüne alsak bile- hiç ikna edici değil! Bu önerme tüm kadınları ahmak yaptığı gibi zenne-perestliği de ahmaklığın alt kategorisine yerleştiriyor. Halbuki tarihte –en hafif deyimle- kadınsever olup da hiç de ahmak olmayan yüzlerce erkek sayabilmek mümkün…

Geçelim…

Yine bir başka doğulu, İbnü’l-Cevzi, görüşüyle karışık bize somut bir bilgi aktarıyor bize AhmaklarKitabı’nda : Güya eski Arap lisanında ahmaklara aynı zamanda “bakla” derlermiş, evet bildiğimiz bakla… Çünkü bu bitki ya su kenarında (ama suyu sağlıklı alamayacak ve gelen geçenin kolaylıkla ezebileceği bir konumda) ya da çölde develerin konakladığı, dinlendirildiği vahalarda (keza yine ezilebilecek yerlerde) yetişirmiş. Araplar da bitkiyi sırf büyüdüğü yerden dolayı ahmakça görürlermiş ve doğal olarak ahmaklara da arada bir bakla derlermiş!

Hoş hikâye değil mi?

Bana göre, Molla Cami mekânsal ve uzamsal olmayan bir tanımlama getirip görüşlerinin lokalize kalmasına sebep olurken Cevzi eski bir Arap söylemini okuyucularıyla paylaşarak bir anlamda bize ahmakları “neyi ne şekilde ve ne zaman yaptığını bilmeyen insanlar” olarak tanımlamaya çalışıyor.

Şimdi ise bizler artık ahmaklığın bireysel boyutundan daha çok toplumsal boyutuyla ilgileniyor ve bir toplumsal davranış tarzı olarak ahmaklığı tartışmak istiyoruz.

Yukarıda ahmaklığın bireysel anlamda dini, mezhebi, milliyeti olmaz dedim; bu doğru, ancak bir toplumun zamana göre ahmaklığı bal gibi olabilir. Hitler’in seçimle iktidarı ele geçirip dünyayı kana bulamasında kendisi kadar o dönemde Nazi Partisine oy verenlerin de toplumsal ahmaklığı yok mudur? “İran Devrimi”nde Humeyni’nin öncülüğündeki ayaklanmayı destekleyen ülkedeki aydınların ahmaklığı toplumsal olmasının dışında başka neyle açıklanabilir?

Keza 2000’lerin Türkiye’sinde siyaseten “kaht-ı rical” yani yetişmiş devlet adama yok diyerek, alternatifsizlik yüzünden diyerek şimdi hükümeti oluşturan kadrolara cömertçe oy yağdırmak nedir peki?

Yerel seçim arifesinde Ankara’da “adam yiyor, çalıyor, çarpıyor ama ne yapar, eder gene başkan seçilir” diyerek develerin konakladığı yerlerde olur olmaz bitmek, sonra da kendini ezdirmek baklalık değil de, ahmaklık değil de nedir? Nedir?

5 Ocak 2009 Pazartesi

Politik Güldürünün Ölümü!

Dikkatli izleyicinin gözünden kaçmamıştır; son yıllarda “politik güldürü” diyebileceğimiz tarzdaki programlardan televizyonlarda hiç kalmadı. Oysaki yetmişli yıllarda, televizyon yayıncılığının devlet tekelinde olduğu dönemlerde bile politik güldürü başat programlardandı. Örneğin Uğur Dündar’ın “İşte Hayat”ında sık sık Müjdat Gezen’in parodileri yer alır ve neredeyse tamamı da politik içerikli olurdu.

12 Eylül darbesiyle televizyonlardan bir süre kalkan politik güldürü, kısa sürede layık olduğu, hak ettiği tahtına yeniden kurulmayı başarmıştı. Tabii bunda Levent Kırca ve ekibinin büyük payı olduğunu söylemek gerekir. 80’li yılları ikinci yarısıyla 90’lı yılları anımsayın lütfen.

Pekiyi ne oldu da televizyonlarımızdan politik güldürü öğeleri birden bire, adeta bir bıçakla kesilmişçesine yok oldu, gitti? Halk bu tür programlara rağbet mi etmiyordu, yoksa ülkemiz politik güldürüye gerek kalmayan bir “cennet vadisi” mi olmuştu? Keşke öyle olsaydı… Ama değil ve bana sorarsanız durum daha da vahim!

1970’li yıllarda politik tavır ve muhalefetin öznesinde yer alan temel konu halkın yaşam kalitesinin yükseltilmesiydi. Buradaki “yaşam kalitesi”den anlatmak istediğim, geniş tabana yayılan düşük gelir politikasından temel ihtiyaç maddelerinin yokluğuna “anarşi”den sağlık hizmetlerine, yolsuzluk ve hortumlara uzanan çok geniş yelpazedir. Bu yelpazede yer alan konuların çoğu, sadece televizyondaki güç şartlarda dile getirilen politik güldürülerin değil, aynı zamanda mizah dergilerinin de ilham kaynağı olmuştu. Dönemin Gırgır, Fırt gibi dergileri incelendiğinde sayfalarının çoğunun politik konulara dayalı karikatür ve yazılardan oluştuğu görülecektir.

Belirtmek gerekir ki 12 Eylül darbesi ne halktan bu yolda gelen talebi, ne de politik güldürü yapanların azmini kıramamıştır. Yukarıda değindiğim gibi 80’lerin ortasında Levent Kırca ve ekibi çok kanallı televizyon dünyamıza birbirinden güzel ve anlamlı skeçlere renk ve mana katmışlardır.

Gelelim bugüne…

Bugün ne oldu da politik güldürü televizyonlarımızdan kalktı? Ne oldu da mizah dergilerimizin sayıları artmasına rağmen politik güldürüye ayrılan sayfalar bir veya ikiyi geçmez oldu?

Çünkü yukarda bahsettiğim halkın temel talepleri, suni bir şekilde tali talep halinde getirildi ve yine suni bir şekilde temel talepler, toplumu farklı katmanlara ayıracak şekilde çeşitlendi ve farklılaştırıldı!! Bunun sonucunda ise mizah üretenler ‘öteki’ni ürkütmemek adına politik mizah yapamaz oldular.

Açıklamaya çalışayım:

80’li yılların ortalarından itibaren kendini kan ve gözyaşı şeklinde iyiden iyiye hissettiren Kürt Sorunu, sırf bu hissettirme şeklinden dolayı gündemi sürekli işgal eder ve politik güldürüye malzeme olamayacak kadar hassasiyetini korurken, diğer bir mesele içten içe gündeme yerleşmeye başlıyordu. Önceleri üniversitelerde okuyan kız öğrencilerden “inancı kuvvetli olanlarının” başlarını örtebilme gibi masumane bir istek şeklinde ortaya çıkan, sonrasında ise taleplerini güçlendirerek bireysel hayatın tanziminden toplum mühendisliğine varıncaya kadar birçok alanda kendini hissettiren, geldiği noktada ise “laikçiler/yobazlar” ayrışmasına uzanan sorun, içten içe, derinden derine ve artık fark edilebilir bir şekilde toplumu böldü. Bu öyle bir bölünme ve ayrışmaydı ki değil empati yaparak hoşgörü platformu sağlamak, en hafifinden bir tebessüm yaratacak espriye bile tahammülü imkânsız kılıyordu. Çünkü sorun artık homojen olmaktan çıkmış, sürekli çeşitlenen ve yeni yeni dallara ayrılan bir habis ur haline gelmişti. Ne Ramazan ayında oruç tutmadıkları için dövülen, hatta öldürülen insanları kara mizah şeklinde resmetmek mümkündü ne de başında örtü olduğu için diploma törenine katılamayan anneleri… Ama biliniyordu ki toplumun farklı cihetlerindeki hoşgörü zafiyeti ve idrak sorunu, yapılanı mizahtan çok daha öteye götürecekti… “Laikçilerin de” “yobazların da” başat sorunu yaşam kalitesinin yükseltilmesi olmaktan çıkmış, yerini çok komik ve imkânsız olan, diğerinin olmadığı bir dünya ütopyası almıştı.

Sorun, bugün itibarıyla olanca büyüklüğüyle devam ediyor. Maalesef devam edeceğe de benziyor. Yaşanan krizler, onca yoksulluk ve yolsuzluk, yoz hayat tarzları, sağlık, eğitim sorunları, kısaca; normal toplumlarda öncelikli olması gereken toplumsal talepler tali değil de başat olmadığı sürece bu sorun devam edecek. Belki bir nesli eritip yok edecek ama devam edecek.

Bu arada tabii ki politik güldürü olmayacak, olamayacak… Yapılamayacak çünkü… Yerine suya sabuna dokunmayan çocukça esprilerle yüklü diziler seyredecek ya da amacı sadece gülmek olan tek kişilik gösterilerle vakit geçireceğiz…

2 Ocak 2009 Cuma

"Toprağı Bol Olsun!.."

Toprağı bol olsun!..

Eskiden de kullanıldığı olurdu, ama sevgili Hırant'ın vefatından sonra -nedense- daha çok kullanılmaya başlandı bu sözümona temenni cümlesi!

"Sözümona" temenni cümlesi diyorum çünkü aslında tam olarak temenniyi ifade etmiyor. Ne var ki ülkemizde Müslüman olmayanın, yani 'öteki' olanın vefatında, üstelik bu 'öteki', toplumca iyi tanınan bir insansa oldukça sık kullanılan bir sözcük oldu. Sanki Müslüman olana "Allah rahmet eylesin" demekle olmayana "Toprağı bol olsun demek" bir sünnetmiş gibi.

Pekiyi, nereden çıktı bu "toprağı bol olsun", ya da ne anlam ifade ediyor bu cümle?

Aslında bu cümlenin altında ta pagan toplumlardan günümüze intikal eden "hortlak", "hortlamak" kavramlarıyla, bizlerin bu pagan adetine alet olmamız yatıyor... Hemen anlatayım:

Güya insanlar ölüp de toprağa verildiği vakit, çeşitli nedenlerden dolayı -ki bu nedenler genelde iyi/kötü insan olma eksenlidir- hortlayabilir ve yattığı mezardan dışarı çıkabilir! Bu, yaşayanlar için korku, ölen insan içinse acı ve eziyet verici bir durumdur. Dolayısıyla ölen insanın hortlaması arzu edilen bir şey değildir; kalanlar için de, ölen için de... O zaman ne yapmalı? Hortlamanın önüne geçilemeyeceğine göre hiç olmazsa temenni edilmeli ki toprağı bol olsun, o toprağı kaldırıp dışarı çıkamasın yani hortlamasın!..

İşte bu coğrafyanın çok renkli fakat bir o kadar da girift kültüründen küçük bir örnek, sık sık kullandığımız ama anlamını dahi bilmediğimiz yüzlerce sözcük veya cümleden yalnızca bir tanesi.

O yüzden sevgili dostlar, siz siz olun sevdiğiniz bir Gayrimüslim vefat ettiğinde sakın ola ki "toprağı bol olsun" demeyin, çünkü farkında olmadan ona "toprağın bol olsun, olsun ki hortlama, hortlayıp da bizi korkutma!" demiş oluyorsunuz... Hem "Allah rahmet eylesin" demenin suyu mu çıktı? Allah hepimizin Allah'ı değil mi? Kime rahmet, kime eziyet vereceğine sizin temenninizle mi karar verecek? En iyisi ölen sevdiğinizin, yaşarken uhrevi anlamda hangi tarikin yolcusu olduğunu, yani hangi dinin mensubu olduğunu sorgulamadan ona "Allah rahmet eylesin" demektir. Eğer bunu yapamıyorsanız bari susun da zavallının hiç olmazsa arkasından kötü temennide bulunmuş olmayın...