17 Kasım 2011 Perşembe

Cıgaramın Dumanı

Eskiler rivayet ederler ki; tabaka ve kahve sözleri ile Tanrı’nın güzel isimlerinden olan “Kavî” sözü, ebced hesabıyla 110 olduğundan dolayı her ikisinin de dünyadan kaldırılması mümkün olmazmış...

Kahveyi bilemeyiz ama tütünün zararlarının bilinmesine ve hakkındaki tüm olumsuz görüşlere rağmen yeryüzünden kolay kolay kalkmayacağı anlaşılıyor.

Herkes bilir ama biz de yineleyelim: Tütün ilk kez Amerika’dan Avrupa’ya ve dünyaya yayılmış; hem de öylesine bir yayılma ki üretimine, satışına ve dağıtımına getirilen kısıtlamalar ve yasaklara rağmen, bırakan yeryüzünden tamamen silinmesini, tiryakileri gitgide artmış, kullanım yaşı ise iyiden iyiye düşmüş.

Tütün, günümüz insanının gündemine daha çok zararları ile girerken, eskileri ilgilendiren yegane tarafı, doyumsuz keyfi ile bu keyfi tatmanın verdiği kimi mali külfetlerdi. “Tömbeki”, “duhan” veya “can otu” diye adlandırılan tütünün Osmanlı İmparatorluğu döneminde bir çok kez yasaklandığı ve üzerine aşırı vergiler konulduğu bilinmektedir. Bu vergiler zaman zaman tiryakilerin kesesini öylesine etkilemişti ki, Derenâme, Berbernâme ve Zafernâme gibi eserleriyle tanınan XVII. Yüzyıl şairlerinden Abdülkerim Sâbit,

Ağır bahâlara çıksa aceb mi can otudur

Duhânı zâhid-i har sanmasın yaban otudur

dizesini yazmadan kendini alamamıştı.

Çankırılı Ahmet Talat Onay’ın muhteşem eseri Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar’ın “Tütün” maddesinden anlaşılıyor ki, tütüne konan vergiler ile fiilî yasaklamalar, dînen haram olduğu konusundaki fetvalarla eş zamanlı olarak tiryakilerin üzerinde binmiştir. Öyle ki, ünlü vakanüvis Naima bile

Halkı men’ eylemeden sana ne girer ne çıkar

Vâizâ yoksa duhân ile kıyâmet mi kopar

diye yazarak “ulema ve sofiyeye” verdikleri fetvalardan dolayı duyduğu tepkiyi dile getirmişti. Onay’a göre bu cesurca tepkinin arkasında tütünün “mübah” olduğuna dair bazı fetvaların olmasının da payı vardır.

Osmanlı döneminde tiryakilerin rağbet ettiği tütünler -bugün Yunanistan sınırları içinde kalan- Yenice, İskeçe ve Kavala’da üretilirdi. İkinci sırada ise Samsun ve Bafra yöresi tütünleri vardı. Hendek ve Düzce’de civarında yetiştirilen tütünlerin de tiryakisi çoktu. Ancak tüm imparatorlukta yalnızca bu tütünler içilmiyordu. Örneğin Trabzon’un “Bülbül kasap” tütünü, Cebel-i Lübnan’ın -içildiğinde içinde barut varmış gibi “pısır pısır” yanan- tütünü ile değişik yörelerde ziraatı yapılan muhtelif tütünler tiryakileri tarafından ısrarla aranır ve keyifle tüketilirdi. Bu arada gureba ve fukara müptelanın içmek zorunda kaldığı tozlu ve döküntü “sakal döken” tütünlere de rağbetin bir hayli olduğunu unutmayalım!

Eski dönemlerde tütün kullanımı devletin yasaklamalarıyla, çoğu zaman ise dini fetvalarla men edilirken, XIX. yüzyılın sonlarına doğru -ekonomik getirisinden olsa gerek- tütün ekimini teşvik edici uygulamalar geliştirilmiştir. Söz konusu dönemde yayımlanmış vilâyet sâlnâmeleri (il yıllıkları) incelendiğinde bazı bölgelerde devletin teşvik amaçlı ücretsiz tütün fidanı dağıttığı görülmektedir. Örneğin 1871 yılında Çankırı’ya bağlı Çerkeş kazasının Bayındır ve Ovacık nahiyelerindeki köylülere toplam 264.500 adet tütün fidanı dağıtılmış, bu uygulama birkaç yıl daha devam ettirilmiştir.

Bir taraftan İmparatorluk topraklarında izne tabi tütün ekimi teşvik edilirken, diğer taraftan da kaçak tütünle mücadele olanca hızıyla devam ediyordu. Dönemin tütün kaçakçıları, yani Kemal Tahir’in Yediçınar Yaylası’ndaki “Ayıngacılar” eli silahlı eşkıyalarla bir tutuluyor ve Dâhiliye Nezâreti’nden vali ve mutasarrıflara gönderilen 17 Mayıs 317 [30 Mayıs 1901] tarihli ve 53 numaralı yazıyla “(tütün) kaçakçılarının müsellahan [silahlı olarak] geşt ü güzârları [gezip tozmaları] câiz olmadığından tahrîrlerinde bulunacak reji kolcularına münasip miktar efrat ile jandarma tefrîk...” edilmesi isteniyordu.

Devletin tütün konusundaki baş belası yalnızca kaçakçılar değildi elbette... Yabancı tütün şirketlerinin satışı arttırmak ve ürünlerine “oriental” hava vermek için kullandıkları bazı simgeler ve resimler imparatorluğun başkentini rahatsız ediyor -özellikle- İslam dininin kutsal saydığı şeylerin bu şekilde “sigara tabakalarına vaz’” edilerek ticari metaya dönüştürülmesine kesinlikle izin verilmiyordu. Nitekim yine Dahiliye Nezâreti’nden gönderilen 10 Mart 317 [23 Mart 1901] tarihli bir yazıda da “Emâkin-i mukaddese [kutsal yerlerin] resmini hâvî sigara tabakalarının eyâdî-i nâs’da [insanların ellerinde] tedâvülü [elden ele dolaşması] adem-i hürmeti [hürmetsizliğe] muceb [sebep] olduğundan bu misillü kutuların üzerindeki camî-i şerîf resminin hakkolunduktan [kazındıktan] sonra sahiplerine iade” edilmesi isteniyordu

Devlet tarafından kanuni vergileri alınıp bandrol konularak piyasaya sürülmesine izin verilen ve saat, anahtar gibi “alamet-i farika”ları olan tütünler ise satışı arttırmak ve rekabet edebilmek amacıyla ikramiyeli paketler içinde ve 25 dirhemi 30-60 paradan satılıyordu. Bir diğer Çankırılı olan Hacı Şeyh oğlu Ahmet Kemal, ahbabı olan Halil Efendinin başından geçen bir olayı, kendi ağzından Görüp İşittiklerim kitabında şöyle anlatır:

Bir gün tütüncüye gittim. Her günkü gibi on para ile tütün kesemi uzattım. Tütüncü “Halil Efendi bugünden itibaren bandrol kondu, paket içinde satılacak, paketi 30 para ama, ikramiyesi var. Belki bedava içersin” dedi. Ben de hiddetlendim; “görmeden alınan tütün nasıl içilir?” dedim. Tütüncü; “istersen beş para daha ver, paketi kesip yarısını vereyim” deyince 12,5 dirhem tütünü 0,375 santime almak nefsime çok ağır geldi. Bunun üzerine öfkemden otuz senedir geceli gündüzlü içtiğim tütünü, o anda terk ettim.

O dönemlerde müptelası tütünü görmeden almayı pek istemezmiş. Bu yüzdendir ki esnaf tütünü “bohça bohça yayar ve Amasya bamyası asar gibi kepenklere asarmış”-ki tiryaki kalın kıyım, iri kıyım, civan perçemi, ovalama ya da kasap kıyımı mı alacak, rahatça karar verebilsin...

***

Osmanlı’da tütün, tiryaki olmanın gereğine uygun ve ona yakışır bir şekilde, “adabı ve erkânıyla” tüketilirken, Cumhuriyet’le birlikte birdenbire tüketiminin yanı sıra bir imaj tamamlayıcısı ve medyatik bir olgu haline geliverdi. Elbette olayın ideolojik boyutu da vardı. Yurda kaçak giren tütünün yasaklanması, bir takım cezai müeyyidelerin konulmasına paralel olarak “yerli malı” kullanma telkini, zararları -en azından sakıncaları- biliniyor olmasına rağmen devam ettirildi. Anadolu tütününün nefaseti ile bu tütünlerden imal edilmiş tok içimli “İnhisar İdaresi”nin sigaraları ilmi makalelere bile konu olurken, “Bogart gibi” sigara içmek kişilik belirtisi sayılıyor, dumanı çıkarmadan ve sigarayı elde tutuş biçimlerinden karakter tahlili yapılıyordu.

Çankırılı “münevver” bir bayan olan Suzan Hanımefendi de, bu akıma duyarsız kalamazdı. Kalmadı da; Çankırı’da yayımlanan Çankırı gazetesinin 19 ve 28 Şubat 1929 tarihli nüshalarında yayımlanan “Sigara ve İnsanlar, Tiryakinin Felsefesi” isimli bir yazı kaleme aldı. Suzan Hanım yazısında Türk tütününün nefasetinden, İnhisar İdaresi’nin içimi keyifli sigaralarından bahsediyor ve sigara dumanından karakter tahlil yapıyordu. Ona göre “Biz Türkiye tütün tiryakileri cihan tiryakilerinin celp edecek kadar talihliyiz. Çünkü dünyanın en güzel tütünlerini inhisar idaremizin zevki selim sahibi memurlarımız harman ederek boy boy ayırmış ve cins cins sigaralar imal ile enfesi nefaisden, zarif kaplar içerisinde tiryakilerin enzarı iştihalarına vaz eylemiştir.”

Yine Suzan Hanımefendiye göre “cigaranın küllerini uzun müddet tutmak tembellik” olup, “kaçak tütün içmek hamiyetsizliğe, şuursuzluğa, düşüncesizliğe delalettir.”

Hanımefendinin yazısını kaleme aldığı yıllar, genç cumhuriyet devletinin kaçak tütünle yoğun şekilde mücadele ettiği yıllardır. Kaçakçılık, bir taraftan jandarma marifetiyle engellenmeye çalışılırken, diğer taraftan ‘muhbirlik’ müessesesi devreye sokuluyor, bu şekilde yakalanan kaçakçılar mahkemelere sevk edilirken muhbir vatandaşlar da ele geçirilen tütünlerin parasından bir miktar pay alıyorlardı. Ne var ki mahkemelerin yeterince hızlı çalışıp bu tür davaları hemen sonuçlandıramaması hem devleti zarara sokuyor, hem de “vatandaşlık görevini” yapan muhbirler hak ettikleri parayı zamanında alamıyorlardı. Öyle ki dönemin Maliye Vekâleti, Adliye Vekâleti’ne bir yazı yazarak “... el-yevm der-dest bulunan tütün ve sigara kağıdı kaçakçılığına müteallik dava miktarı 9.304 adedine bâlig olduğu ve işbu davalardan mütevellid cezâ-yı nakdî miktarı da 5.757.488 lira 37 kuruştan ibaret bulunduğu”ndan davaların kısa zamanda sonuçlandırılarak gerekli paranın “eshâb-ı alâkanın (yani muhbirlerin) tezyîd-i şevk ve gayretleri” için bir an önce ödenmesi isteniyordu.

1939 yılına geldiğimizde, toplumun elit kesiminin sigaranın ve tütünün yerlisini içmenin arka planında yatan “millilik” hislerinden biraz da olsa uzaklaştığını, hangi tütünün içilmesinden daha çok nerede ve nasıl tütün içilmesi gerektiği konusuna kafa yorduğunu görüyoruz.

Dönemin çok satılan kitaplarından olan ve Bayan Süheylâ Muzaffer’in kaleme aldığı Subay-Asker-Memur- Mektepli ve Umumiyetle Herkes İçin Adabı Muaşeret kitabının, “Salonlarda Umumî Adab” bölümündeki 41 temel düsturun büyük çoğunluğunun sigaraya ayrılması, belki de bu yüzdendir. Süheylâ Hanıma göre sigara, sigara ile yakılmamalı kibrit ile yakılmalıdır. Hatta “birinin sigarasını yaktıktan sonra diğerinin sigarasını bir başka kibritle yakmak yüksek nezaket icabı telakki olunur.” Fakat “bugünkü iktisadi vaziyete göre erkeklerin ikisinin sigarasını yakmak caizdir.” Sonra sigaranın tütününü toplamak, yani filtresiz sigaralarda tütünün boşalmasını önlemek amacıyla “pakete veya yere” vurmak -ki bu yöntem dönemin western filmlerindeki jön ve karakter oyuncularının yaygın olarak uyguladığı bir yöntemdir- nezaket ve görgü kurallarına aykırıdır. Ne var ki bu son kuralın genç sigara tiryakilerimize bir hayli ters gelmiş olması kuvvetle muhtemeldir.

1950’li yıllara geldiğimizde tabaka içindeki tütünün yerini iyiden iyiye sigaranın aldığını görürüz. Artık sigara, bu dönemde de sadece tiryakilik değil, kişiliğini tamamlayıcı bir obje veya bir aksesuar olarak algılanmış ve reklâmlarında da böyle lanse edilmiştir. Öyle ki, filmlerdeki jönlerden gazetelerde resmi çıkan gazetecilere, kitaplarının arka kapağına suretleri konan şairlere ve yeni yetme yazarlara varıncaya hemen herkes sigara tiryakisi olmuş (ya da öyle görünmek istemiş), en azından onu imajını tamamlayıcı bir nesne olarak değerlendirmiştir.

Sigara bireylerin hayatına bu derecede girer de kamusal yaşamın süslü vitrinlerinde, yani “matbuatında” yer almaz mı?.. Dönemin bol renkli, resimli “aile” dergilerini incelediğimizde yazanların ve yapanların isimlerini bilmediğimiz sayısız “sigara ve karakter” tahlili görürüz. Bu tür dergilerin neredeyse boş kalan her sayfasında ya da sütununda -şayet “gönül bahisleri”, “yeni şairler” veya “okuyucu mektupları”ndan yer kalmışsa- bir sigaralı karakter tahlili görmek mümkündür.

Tömbeki, duhan, can otu, tütün ya da sigara... Asırlardan beri müptelası tarafından çeşitli isimlerle anılan, şairlere ve yazarlara ilham kaynağı olan tütün ve tiryakiliği üzerine ciltler dolusu kitaplar yazılsa azdır. Biz, en iyisi yazımızı yine Çankırılı bir âşığın, Âşık Zahmî’nin dörtlüğüyle tamamlayalım.

Duhân, işret, kahve bilmeyen âdem

Aşkın ateşini çekmeyen âdem

Kulak uzatırsa kaçan bir âdem

Ondan yakışıklı bir himâr olmaz

Bilmeyenler ve anımsamayanlar için bir kaç küçük not; “duhân” tütün, “himâr” erkek eşek demektir. “Yasal Uyarı” gereğince de “Sigara Sağlığa Zararlıdır”.

20 Şubat 2010 Cumartesi

Türkiye'nin Eşekleri

Sevgili dostum Süha'ya ithaf olunur


Son günlerde memleketimizin eşekleri üzerine araştırmalar yapıyorum. Biliyorum, başlığı gören bazı muhalifler yine politik bir yazı kaleme aldığımı zannecekler. Ama değil!..

O işi çakma demokratlara, başbakanla pastalı kahvaltı eden sanatçılara(!) ve TEKEL işçilerine "bunlar toplumun ve devletin üstüne yük" diyen çok bilmişlere bırakıyorum.

Ben sahiden eşeklerden bahsedeceğim.

Çünkü bizim eşeklerimiz Anadolu halkının aydınlanmamış tarihinin gözardı edilmiş figürleridir.

Bu coğrafyanın insanları uzun yıllar boyunca ekmeğine, aşına musallat olan birçok melun dertle uğraşmıştır. Yedi sene, on sene süren kuraklık iki evlek tarlasını çatır çatır çatlatırken, arkasından gelen tuğyan, bu sefer de aynı tarlayı bataklığa çevirmiştir. Bir taraftan padişahımız efendimiz sinn-i reşit olmuş oğlunu askere alıp Yemen, Trablusgarp ve daha nice yerlerde toprağa gömerken öte yandan taun illeti, veba, kolera melunu genç kızını, çocuğunu elinden almıştır.

Ya vergilere, rüsumlara, harçlara ne demeli? Sorsanız köylüye "Azrail'in sureti nola ki?" diye vergi tahsildarını, orman ondalık memurunu, mültezim efendiyi işaret edecektir.

Biliyorum; "eşeklik etme de eşeğe gel" diyeceksiniz, hemen geliyorum.

İşte gariban Anadolu insanının yukarıda saydığım ve saymadığım onca dertle cebelleştiği esnada yegane müttefiki eşek olmuştur.

Yokluk yıllarında -kaburgaları sayılsa dahi- eşek, üstüne tahmil edilene asla itiraz etmemiş, uysal uysal patikasına girmiştir. Fukara köylünün malı mülkü olmasa da eşeğinin semerinin boş olduğu görülmez. O, köylünün eli ayağıdır. Yaylaya çıkarken üzerine denkler yüklenir, sonra da yükün üzerine "yüklü" gelin oturtulur; eşeğimiz sesini çıkarmaz. Kıçına bebek belek bindirilir, yine ses yok!!

Tarlaya giderken sarma tütününü kehribar ağızlığına geçirerek semere kurulan zibidi Mehmet Ağaya "eşekliğin âlem yok! İn de yanımda yürü" dediği vaki değildir. Tahammül onun naturasıdır. Hayattan şikâyeti yoktur. Olsa olsa hınzır sineklerle bok böcekleridir sorunu...

Anadolu'da yoksul köylünün yoldaşı eşek iken, zengin ağanın, mütegallibenin, mültezimin hatta eşkıyanın dostu attır. Onlara göre at asil, eşekse sefildir. Eşek damda koyunla, danayla, camuzla yatarken, atın yeri ağıldır. Eşeğin semerini indirdin mi işin bitmiştir, halbuki atın eğerini indirince terini silmen, üzerine bir bez atman, yavaş yavaş soğutman gerekir.

Ağanın fantezisi ikinci, üçüncü hatundur. Dirayeti sağlamdır, bastırır başlığı alır gencecik hatunu, atar atının eğerine getirir evine; fukaranın bütün fantazisi ise yine yoldaşı eşeği üzerinedir. Çünkü tahayyülatını hatuna tahvil edebilecek dirayetten yoksundur...

Eşek, Nasrettin Hocanın yoldaşıdır, Keloğlan'ın eli, ayağıdır. At ise sultanların, beylerin, ağaların...

Anadolu'nun boz eşekleri, kara eşekleri yüzyıllar boyunca kara, boz bahtlı gariban,fukara insanlara hizmet ettiler... Dağa çıkıp köy basan, gasb-ı emval eden, adam yaralayan, kadın, kız kaçıran eşkıyanın vazgeçilmez hayvanı at iken, kaçak üç kuruşluk tütün, tuz taşıyan, iki kile arpasını, buğdayını ambarına atmaktan başka derdi olmayanın dostu ise eşek oldu...

1927 yılında "Türkiye Eşeklerinin Islahı İçin" Fransa'dan eşek getirtilmesine karar verildi. Bizim boz ve kara eşeklerin "Fransız bombalarıyla" çiftleştirilip çiftleştirilmediklerini maalesef bilmiyorum. Eğer bu ıslah projesi gerçekleşip netice verdiyse gerçekten üzülürüm. Ama gerçekleşmediyse...

Gerçekleşmediyse yaşasın "Türkiye'nin Eşekleri"...

17 Mart 2009 Salı

Ah Ankara... (1)


XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ankara’ya gelen tiyatro kumpanyaları, daha oyunlarını sergilemeden büyük bir şaşkınlığa uğruyorlardı. Anadolu bozkırının ortasındaki bu şehrin insanlarının tiyatroya ilgisi İstanbul’dan da öte, tıpkı Avrupa şehirlerindeki sanatseverlerin ilgisi gibiydi… Yalnızca tiyatro mu? 1917 büyük yangınını anlatan Refik Halit Karay, yanmak üzere olan evlerden yüz elli tane piyano çıkarıldığını saydığını, bundan sonra da saymaktan usandığını yazar…

Ankara, Milli Mücadeleye karargâhlık yaptığı onurlu günlerinden sonra başkent olunca, İstanbullu bir takım köşe yazarları Ankara’yı “yaban”, Ankaralıları da “yabanlı” diye nitelendirseler de, bu kente geldiklerinde yazdıklarının fazlasıyla insafsızlık olduğunu anlamışlardı. Çünkü yeniden yapılanan Ankara sadece imar çalışmalarıyla değil, kültürel ve sanatsal etkinlikleriyle de göz dolduruyordu. Sinemalar hiç seyirci sıkıntısı çekmiyor, özellikle Halkevi’nde yapılan konferanslar ve konserler deyim yerindeyse hıncahınç dolup taşıyordu. Öyle ki Halkevi’ndeki temsil, tiyatro ve sinema gösterilerine bir yılda 11.000 Ankaralı katılmış, halkevinin köycülük kolu ise köyleri gezerek kitaplar dağıtmış, okul ihtiyaçlarını karşılamış ve sinema gösterileri düzenlemiştir. (Belirtmeden geçemeyeceğiz; Ankara’nın ve Ankaralıların kültür ve sanata olan aşinalıkları Cumhuriyet öncesine dayansa da, bugün bile birçok ünlü tiyatro ve sahne sanatçısının bu kent çıkışlı olmasının asıl nedenini işte burada aramak doğru olacaktır!)

1930’lu yıllarda Sanatkâr Şâdi, halkevinde bir temsil vermek üzere Ankara’ya geldiği vakit, gördüğü ilgi karşısında hayretini saklayamaz ve “Ankara’da müstakil bir sahnenin yaşayıp yaşamayacağı hakkındaki tereddütleri ben yersiz bulurum. Bu bahis üzerinde katî kanaatimi size şu şekilde söyleyebilirim ki, benim Ankara’da gördüğüm sahne sevgisi, temaşa zevk ve arzusu İstanbul’un çok üstündedir” diyerek Ankaralıları gururlandırmıştır. Bu arada Şâdi’nin arzusunun Vali Nevzat Tandoğan zamanında gerçekleştiğini de sırası gelmişken belirtelim.

Açılışlarını devlet büyüklerinin yaptığı muhteşem resim ve heykel sergileri, önemli günlerde, örneğin dil ve âşıklar bayramında, milli bayramlarda yapılan etkinlikler, şiir okuma geceleri, kısaca Ankara’ya yakışan ve yaraşan birçok kültürel etkinlik, artık Ankaralılar için yaşamlarının bir parçasıydı. Öyle ki, her türlü kültür ve sanat etkinliğine katılan Ankaralılar adeta birbirlerini tanır ve ahbaplık eder hale gelmişlerdi. Örneğin “ musiki severlerin” neredeyse tamamını her hafta cumartesi günleri konserler veren Filarmoni Orkestrası’nın salonunda eksiksiz görebilirdiniz.

Ankaralı kültürü severdi; müzik, sanat, edebiyat onun yaşamının adeta bir parçasıydı. İstanbul’un revülerine, “içkili, sazlı, rakslı gazinolarına” Beyoğlu gecelerine karşın o, daha farklı bir duruş içerisindeydi. Gazeteci İzzettin Tuğrul Nişbay bir yazısında bu duruşu ne de güzel ifade etmişti:

“-E! Ne dersin İstanbul yolcusu?..
Sinemaya mı gidelim, konsere mi? Karpiç’te mi yiyelim yoksa Gar’da mı?
Burada içkili- sazlı yerimiz yok ki seni götüreyim. Böyle dört beş eğlence yerini aynı zamanda besleyen Başşehirde uzun zamandır bir tekine ilaç için rastlanmıyor. Tabii bunu Ankaralıların eğlenmek ihtiyacında olmamasına, zevksizliğine veya bu kabil yerlerde harcanacak kadar parası bulunmamasına vermezsin. Başşehir şimdi kıymete kıymet veriyor, içip, sızıp eğlenmek mümkün olacak devirde olmadığımızı düşünüyor. Devlet Konservatuarının müsamerelerinde, operada, devlet radyosunun Türk musikisi konserlerinde, konferanslarda, Halkevi gecelerinde, çeşitli sporda değere değer biçiyoruz…


Zamanla nasıl ki Ankara hem cumhuriyetin, hem de kültür ve sanatın başkenti olduysa Yenişehir ve Çankaya da sanatçıların, sanatseverlerin yaşadığı bir ilçe haline gelmişti. Örneğin sanatçı çift Fahire ve Refik Fersan, Yenişehir’de, mütevazı bir apartmanda dört çocuklarıyla birlikte yaşıyorlar, Çankayalılar gündüz onların radyoda icra ettikleri doyumsuz eserlerini dinledikten sonra akşamüstleri de evlerinin balkonunda sohbet ederlerken görüyor ve mutlaka sevgi dolu selamlarını sunuyorlardı. Bir diğer sanat adamı, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın şeflerinden Ferit Alnar’ın evi -daha doğrusu köşkü- ise “Ayrancı Bağları”nda idi. Türk musikisinin büyük üstatlarından Tamburi Cemil Beyin oğlu sanatçı Mesut Cemil Tel de bir dönem Çankaya’da oturmuş ve Atatürk Ankara’sının, Çankaya’sının kültürüyle yoğrulmuştu. Yenişehir’deki su deposunun (yani Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanatlar Merkezi’nin) yakınında oturan sanatçının iki özelliği hayvan sever olması ve evinin bir sanat yuvası gibi sürekli dolup boşalmasıydı. Yenişehir’deki evinde birden fazla kedi besleyen Mesut Cemil, adeta onlara bir baba şefkatiyle yaklaşır, çoğu kez kendi kahvaltı etmeden onları yedirirdi. Evinde yapılan kültür ve sanat sohbetlerinin sürekli müdavimleri arasında ise Baki Süha Ediboğlu, Necil Kâzım Akses, Ulvi Cemal Erkin gibi birçok isimler vardı.

İnsan, Ankara’nın kültür ve sanat alanındaki bu küçük tarihçesini öğrenince “Ankara Marşı”ndaki şu dizeyi mırıldanmadan duramıyor:

“Yoktan var edilmiş bir şehir sensin,
Var olsun toprağın taşın Ankara.”

19 Şubat 2009 Perşembe

Sayıklamalar (1)


Son günlerde ahmaklar ilgi alanıma girmeye başladı. Özellikle ahmaklığın toplumsallaşması tam bir sosyolojik vakıa gibi görünüyor.

Ahmaklığın, dini, mezhebi, milliyeti olmadığı kesin; bu noktada kimse söz konusu ölçütlere dayanan fıkralar üretmeye kalkışmasın çünkü bu sefer fıkra üretenler komik oluyorlar!

Tuhaftır Molla Cami ahmaklığı çocuklarla muhatap olma ile kadın düşkünlüğü olarak tanımlıyor. Belki ünlü eseri Baharistan’ı yazdığı dönemin sosyal şartları göz önüne alındığında “akıllı adam kendisi gibi büyük ve akıllı adamlarla konuşur” yani “çocuklarla konuşanlar, fikir alışverişinde bulunanlar sadece ahmaklardır” şeklinde yorumlanabilir ama yine de tam olarak tatmin edici değil. Diğer taraftan “kadın düşkünü” olmanın ahmaklıkla açıklanması –yine dönemi ve onun sosyal şartlarını göz önüne alsak bile- hiç ikna edici değil! Bu önerme tüm kadınları ahmak yaptığı gibi zenne-perestliği de ahmaklığın alt kategorisine yerleştiriyor. Halbuki tarihte –en hafif deyimle- kadınsever olup da hiç de ahmak olmayan yüzlerce erkek sayabilmek mümkün…

Geçelim…

Yine bir başka doğulu, İbnü’l-Cevzi, görüşüyle karışık bize somut bir bilgi aktarıyor bize AhmaklarKitabı’nda : Güya eski Arap lisanında ahmaklara aynı zamanda “bakla” derlermiş, evet bildiğimiz bakla… Çünkü bu bitki ya su kenarında (ama suyu sağlıklı alamayacak ve gelen geçenin kolaylıkla ezebileceği bir konumda) ya da çölde develerin konakladığı, dinlendirildiği vahalarda (keza yine ezilebilecek yerlerde) yetişirmiş. Araplar da bitkiyi sırf büyüdüğü yerden dolayı ahmakça görürlermiş ve doğal olarak ahmaklara da arada bir bakla derlermiş!

Hoş hikâye değil mi?

Bana göre, Molla Cami mekânsal ve uzamsal olmayan bir tanımlama getirip görüşlerinin lokalize kalmasına sebep olurken Cevzi eski bir Arap söylemini okuyucularıyla paylaşarak bir anlamda bize ahmakları “neyi ne şekilde ve ne zaman yaptığını bilmeyen insanlar” olarak tanımlamaya çalışıyor.

Şimdi ise bizler artık ahmaklığın bireysel boyutundan daha çok toplumsal boyutuyla ilgileniyor ve bir toplumsal davranış tarzı olarak ahmaklığı tartışmak istiyoruz.

Yukarıda ahmaklığın bireysel anlamda dini, mezhebi, milliyeti olmaz dedim; bu doğru, ancak bir toplumun zamana göre ahmaklığı bal gibi olabilir. Hitler’in seçimle iktidarı ele geçirip dünyayı kana bulamasında kendisi kadar o dönemde Nazi Partisine oy verenlerin de toplumsal ahmaklığı yok mudur? “İran Devrimi”nde Humeyni’nin öncülüğündeki ayaklanmayı destekleyen ülkedeki aydınların ahmaklığı toplumsal olmasının dışında başka neyle açıklanabilir?

Keza 2000’lerin Türkiye’sinde siyaseten “kaht-ı rical” yani yetişmiş devlet adama yok diyerek, alternatifsizlik yüzünden diyerek şimdi hükümeti oluşturan kadrolara cömertçe oy yağdırmak nedir peki?

Yerel seçim arifesinde Ankara’da “adam yiyor, çalıyor, çarpıyor ama ne yapar, eder gene başkan seçilir” diyerek develerin konakladığı yerlerde olur olmaz bitmek, sonra da kendini ezdirmek baklalık değil de, ahmaklık değil de nedir? Nedir?

5 Ocak 2009 Pazartesi

Politik Güldürünün Ölümü!

Dikkatli izleyicinin gözünden kaçmamıştır; son yıllarda “politik güldürü” diyebileceğimiz tarzdaki programlardan televizyonlarda hiç kalmadı. Oysaki yetmişli yıllarda, televizyon yayıncılığının devlet tekelinde olduğu dönemlerde bile politik güldürü başat programlardandı. Örneğin Uğur Dündar’ın “İşte Hayat”ında sık sık Müjdat Gezen’in parodileri yer alır ve neredeyse tamamı da politik içerikli olurdu.

12 Eylül darbesiyle televizyonlardan bir süre kalkan politik güldürü, kısa sürede layık olduğu, hak ettiği tahtına yeniden kurulmayı başarmıştı. Tabii bunda Levent Kırca ve ekibinin büyük payı olduğunu söylemek gerekir. 80’li yılları ikinci yarısıyla 90’lı yılları anımsayın lütfen.

Pekiyi ne oldu da televizyonlarımızdan politik güldürü öğeleri birden bire, adeta bir bıçakla kesilmişçesine yok oldu, gitti? Halk bu tür programlara rağbet mi etmiyordu, yoksa ülkemiz politik güldürüye gerek kalmayan bir “cennet vadisi” mi olmuştu? Keşke öyle olsaydı… Ama değil ve bana sorarsanız durum daha da vahim!

1970’li yıllarda politik tavır ve muhalefetin öznesinde yer alan temel konu halkın yaşam kalitesinin yükseltilmesiydi. Buradaki “yaşam kalitesi”den anlatmak istediğim, geniş tabana yayılan düşük gelir politikasından temel ihtiyaç maddelerinin yokluğuna “anarşi”den sağlık hizmetlerine, yolsuzluk ve hortumlara uzanan çok geniş yelpazedir. Bu yelpazede yer alan konuların çoğu, sadece televizyondaki güç şartlarda dile getirilen politik güldürülerin değil, aynı zamanda mizah dergilerinin de ilham kaynağı olmuştu. Dönemin Gırgır, Fırt gibi dergileri incelendiğinde sayfalarının çoğunun politik konulara dayalı karikatür ve yazılardan oluştuğu görülecektir.

Belirtmek gerekir ki 12 Eylül darbesi ne halktan bu yolda gelen talebi, ne de politik güldürü yapanların azmini kıramamıştır. Yukarıda değindiğim gibi 80’lerin ortasında Levent Kırca ve ekibi çok kanallı televizyon dünyamıza birbirinden güzel ve anlamlı skeçlere renk ve mana katmışlardır.

Gelelim bugüne…

Bugün ne oldu da politik güldürü televizyonlarımızdan kalktı? Ne oldu da mizah dergilerimizin sayıları artmasına rağmen politik güldürüye ayrılan sayfalar bir veya ikiyi geçmez oldu?

Çünkü yukarda bahsettiğim halkın temel talepleri, suni bir şekilde tali talep halinde getirildi ve yine suni bir şekilde temel talepler, toplumu farklı katmanlara ayıracak şekilde çeşitlendi ve farklılaştırıldı!! Bunun sonucunda ise mizah üretenler ‘öteki’ni ürkütmemek adına politik mizah yapamaz oldular.

Açıklamaya çalışayım:

80’li yılların ortalarından itibaren kendini kan ve gözyaşı şeklinde iyiden iyiye hissettiren Kürt Sorunu, sırf bu hissettirme şeklinden dolayı gündemi sürekli işgal eder ve politik güldürüye malzeme olamayacak kadar hassasiyetini korurken, diğer bir mesele içten içe gündeme yerleşmeye başlıyordu. Önceleri üniversitelerde okuyan kız öğrencilerden “inancı kuvvetli olanlarının” başlarını örtebilme gibi masumane bir istek şeklinde ortaya çıkan, sonrasında ise taleplerini güçlendirerek bireysel hayatın tanziminden toplum mühendisliğine varıncaya kadar birçok alanda kendini hissettiren, geldiği noktada ise “laikçiler/yobazlar” ayrışmasına uzanan sorun, içten içe, derinden derine ve artık fark edilebilir bir şekilde toplumu böldü. Bu öyle bir bölünme ve ayrışmaydı ki değil empati yaparak hoşgörü platformu sağlamak, en hafifinden bir tebessüm yaratacak espriye bile tahammülü imkânsız kılıyordu. Çünkü sorun artık homojen olmaktan çıkmış, sürekli çeşitlenen ve yeni yeni dallara ayrılan bir habis ur haline gelmişti. Ne Ramazan ayında oruç tutmadıkları için dövülen, hatta öldürülen insanları kara mizah şeklinde resmetmek mümkündü ne de başında örtü olduğu için diploma törenine katılamayan anneleri… Ama biliniyordu ki toplumun farklı cihetlerindeki hoşgörü zafiyeti ve idrak sorunu, yapılanı mizahtan çok daha öteye götürecekti… “Laikçilerin de” “yobazların da” başat sorunu yaşam kalitesinin yükseltilmesi olmaktan çıkmış, yerini çok komik ve imkânsız olan, diğerinin olmadığı bir dünya ütopyası almıştı.

Sorun, bugün itibarıyla olanca büyüklüğüyle devam ediyor. Maalesef devam edeceğe de benziyor. Yaşanan krizler, onca yoksulluk ve yolsuzluk, yoz hayat tarzları, sağlık, eğitim sorunları, kısaca; normal toplumlarda öncelikli olması gereken toplumsal talepler tali değil de başat olmadığı sürece bu sorun devam edecek. Belki bir nesli eritip yok edecek ama devam edecek.

Bu arada tabii ki politik güldürü olmayacak, olamayacak… Yapılamayacak çünkü… Yerine suya sabuna dokunmayan çocukça esprilerle yüklü diziler seyredecek ya da amacı sadece gülmek olan tek kişilik gösterilerle vakit geçireceğiz…

2 Ocak 2009 Cuma

"Toprağı Bol Olsun!.."

Toprağı bol olsun!..

Eskiden de kullanıldığı olurdu, ama sevgili Hırant'ın vefatından sonra -nedense- daha çok kullanılmaya başlandı bu sözümona temenni cümlesi!

"Sözümona" temenni cümlesi diyorum çünkü aslında tam olarak temenniyi ifade etmiyor. Ne var ki ülkemizde Müslüman olmayanın, yani 'öteki' olanın vefatında, üstelik bu 'öteki', toplumca iyi tanınan bir insansa oldukça sık kullanılan bir sözcük oldu. Sanki Müslüman olana "Allah rahmet eylesin" demekle olmayana "Toprağı bol olsun demek" bir sünnetmiş gibi.

Pekiyi, nereden çıktı bu "toprağı bol olsun", ya da ne anlam ifade ediyor bu cümle?

Aslında bu cümlenin altında ta pagan toplumlardan günümüze intikal eden "hortlak", "hortlamak" kavramlarıyla, bizlerin bu pagan adetine alet olmamız yatıyor... Hemen anlatayım:

Güya insanlar ölüp de toprağa verildiği vakit, çeşitli nedenlerden dolayı -ki bu nedenler genelde iyi/kötü insan olma eksenlidir- hortlayabilir ve yattığı mezardan dışarı çıkabilir! Bu, yaşayanlar için korku, ölen insan içinse acı ve eziyet verici bir durumdur. Dolayısıyla ölen insanın hortlaması arzu edilen bir şey değildir; kalanlar için de, ölen için de... O zaman ne yapmalı? Hortlamanın önüne geçilemeyeceğine göre hiç olmazsa temenni edilmeli ki toprağı bol olsun, o toprağı kaldırıp dışarı çıkamasın yani hortlamasın!..

İşte bu coğrafyanın çok renkli fakat bir o kadar da girift kültüründen küçük bir örnek, sık sık kullandığımız ama anlamını dahi bilmediğimiz yüzlerce sözcük veya cümleden yalnızca bir tanesi.

O yüzden sevgili dostlar, siz siz olun sevdiğiniz bir Gayrimüslim vefat ettiğinde sakın ola ki "toprağı bol olsun" demeyin, çünkü farkında olmadan ona "toprağın bol olsun, olsun ki hortlama, hortlayıp da bizi korkutma!" demiş oluyorsunuz... Hem "Allah rahmet eylesin" demenin suyu mu çıktı? Allah hepimizin Allah'ı değil mi? Kime rahmet, kime eziyet vereceğine sizin temenninizle mi karar verecek? En iyisi ölen sevdiğinizin, yaşarken uhrevi anlamda hangi tarikin yolcusu olduğunu, yani hangi dinin mensubu olduğunu sorgulamadan ona "Allah rahmet eylesin" demektir. Eğer bunu yapamıyorsanız bari susun da zavallının hiç olmazsa arkasından kötü temennide bulunmuş olmayın...

21 Ağustos 2008 Perşembe

Ara Sıra....

Merhaba dostlar,
Sonunda ben de 'blog' sahibi oldum. Ne mi yapacağım? Tabii ki yazacağım; aklıma gelenleri, düşündüklerimi, belki fikirlerimi.... Beni okuyan olur mu, bilmiyorum -doğrusu şu dakikada pek de umurumda değil- en azından yazma zevkini tatmış oluyorum. Kimbilir, birgün okuyanım olur da bana yazarlarsa sanırım mutlu olacağım. Çünkü her fikir tartışmayı, içeriğinde düşünce barındıran her yazı da okunmayı hakeder.

Yazılarım o günkü ruh durumumu veya olaylara, düşüncelere, olup bitene bakış açımı yansıtacak; buna belki 'benim üslubum' diyebiliriz. Bazen sertleşebilirim, ya da dilim ucuzlaşabilir, haklıysam kesinlikle bu üslubun ve yazının arkasında dururum. Ama olur da haksızlığımı anlarsam muhatabımdan da okuyucudan da özür dilemeyi bilirim. Bu erdeme sahibim.

Ne diyebilirim? İsterseniz beni takip edin,

Görüşmek üzere